Muhammed Sait ÇATALKAYA / msaitctlkya@gmail.com
Sosyal medya, modern dünyanın en kalabalık meydanı hâline gelirken, bu meydanda değer kazanan şey ne bilgi, ne emek, ne de anlam oldu. Bilakis beden ve mahremiyetin kendisi oldu. İnsanlar artık görünür oldukça var olduklarını sanıyor, görünmez kaldıkça yok sayılıyor. Tüketim toplumunu en sert biçimde analiz eden düşünürlerden Zygmunt Bauman’ın şu tespiti, bugünün sosyal medya gerçeğini birebir tarif ediyor. “Bir tüketim toplumunda insanlar şeylerin içinde debelenir; büyüleyici, eğlenceli şeylerin içinde. Değerini sahip olduğun ve etrafına dizdiğin şeylerle tanımlarsan, dışlanmak aşağılayıcı hâle gelir.” Bugün beğeni alamayan gencin kendini değersiz hissetmesi, tam da bu sosyolojik zeminde yükseliyor.
Eskiden mahremiyet, bir aileyi ayakta tutan görünmez bir kalkandı. Bugün o kalkan, ekran ışığının altında paramparça oluyor. Ev içi en özel anların paylaşılması, aile sırlarının kamera karşısına taşınması, çocukların bile içerik malzemesi yapılması artık olağan kabul ediliyor. Oysa Émile Durkheim’ın toplumu tanımlarken kullandığı şu cümle, tehlikenin nerede başladığını işaret ediyor. “Bir toplumun ortalama üyelerine ortak olan inanç ve duyguların toplamı, kendine özgü bir yaşamı olan belirli bir sistem oluşturur.” İşte bugün o sistemin en hayati parçası mahremiyet duygusu hızla çöküyor. Toplumu bir arada tutan ortak değerlerden biri olan ‘ayıp’ bilinci kayboldukça, kolektif vicdanın da temelleri sarsılıyor.
Teşhirin en görünür boyutu ise, aşırı açıklığın modernlik sanılmasıdır. Sosyal medya, bedeni ne kadar açarsan o kadar özgür ve çağdaş olacağını fısıldıyor. Bu, modernliğin tarihsel anlamının en yüzeysel ve en yanlış yorumudur. Modernlik; aklın, bilincin, kurumların dönüşümünü ifade eder, bedenin pazarlama nesnesine dönüşmesini değil. Fakat bugün özellikle gençler, görünürlüğü özgürlükle; açılmayı ilerlemeyle eş tutuyor. Giyimin sınırları artık estetikle değil, beğeni algoritmalarının yönlendirdiği teşhir kültürüyle belirleniyor.
Bu kültürü düşünüp dile getirirken, kendi geçmişi ve yaklaşımıyla üzerinde duran hocam Prof. Dr. Şeniz Anbarlı Bozatay’ın verdiği mezuniyet cübbesi örneği aslında büyük bir sosyolojik mirasa işaret ediyor. Mezuniyet cübbesinin altında ne giyileceğinin, hatta ayakkabı tercihinin bile yıllardır süregelen bir nizama bağlı olması, kimsenin bedenine müdahale değildir. Bu, akademik alanın ciddiyetini, vakarını, ortak estetik kodlarını koruyan bir kamusal kültürdür. Çünkü cübbe, bireyin bedenini değil emeğini, kıyafetini değil başarısını öne çıkarır. Aşırı açıklığın bu alanlarda hoş karşılanmaması, ‘özgürlüğün engellenmesi’ değil; kurum hafızasının, kamusal estetiğin ve akademik vakarın korunmasıdır. Sosyolojik açıdan bu tür düzenlemeler, modern toplumun ‘ortak alan ahlakı’nı ayakta tutan mekanizmalardır. Sosyal medya teşhiri, yalnızca bedene değil, ruha da zarar veriyor. Gençlerin özgüveni takipçi sayısıyla ölçülüyor, değeri beğeni oranıyla belirleniyor. Oysa beğeni bağımlılığı, bireyin içsel değerini yok eden, dış onaya bağımlı hâle getiren bir esaret biçimidir. Bauman’ın diğer bir tespiti, bu durumu çarpıcı biçimde açıklamaktadır. “Tüketim toplumu, üyelerinin tatminsizliğini (ve böylece kendi tanımıyla mutsuzluklarını) sürekli kılmayı başardığı sürece varlığını sürdürür.” Bugün gençlerin hiçbir zaman yeterince güzel, yeterince fit, yeterince ilgi çekici hissetmemesi bu sürekli tatminsizliğin dijital çağdaki karşılığıdır.
Aile ilişkileri de bu teşhir dalgasından en ağır darbeyi alan kurumlardan biridir. Eşlerin özel anlarını herkesin gözü önünde yaşaması, mahremiyeti ortadan kaldırdığı gibi güveni de zayıflatıyor. Bir zamanlar iki kişi arasında kurulan bağ, şimdi takipçi kitlelerine karşı performans gösterisine dönüşüyor. Ailedeki tartışmaların, kıskançlıkların, beklentilerin bile sosyal medya üzerinden yönetilmesi, ilişkilerin özünü tüketiyor. Mahremiyeti kaybolan ilişki, hızla yüzeyselleşir ve yüzeyselleşen ilişki de kolayca dağılır. Bu nedenle sosyal medya teşhiri bir özgürlük değil, yeni bir esaret biçimidir. Görünmek için kendini kaybeden, beğenilmek için kişiliğini tüketen, modernlik adına bedenini sergileyen bir nesil, aslında kendi iç dünyasını feda etmektedir. Toplumlar mahremiyetini kaybettikçe önce haya duygusu, sonra izzeti, en sonunda da kültürel sürekliliği yok olur.
Bugünün en büyük yanılgısı, teşhiri normalleşmiş bir davranış sanmamızdır. Oysa bu gidişat, bireysel bir tercih değil kültürel bir çöküştür. Ekranlar bizi birleştirmiyor, yalnızlaştırıyor. Ve en tehlikelisi, bu yalnızlaşmayı fark edemeyecek kadar gösterişe kilitlenmiş olmamızdır. Bir toplum, mahremiyetini kaybettiği gün geleceğini de kaybeder. Ve biz bugün tam da o eşiğin üzerinde duruyoruz.