Nefis Muhakemesi
Kadir NURKALP / kdrnurklp@hotmail.com
İnsan eşyaya değil, önce kendine karşı sorumludur. Dünyanın bütün mahkemeleri insana dışarıdan bakarken insanın içindeki mahkeme, bizi içerden yargılar. Bu mahkemenin sanığı hep nefistir. Nefis, öyle kurnazdır ki, insan fark etmeden davayı kendi lehine çevirir. İşte insanın en büyük imtihanı da bu sessiz kumpası çözebilmektir. Nefis, insanın ruhunda ilginç bir rol üstleniyor. Kendi yanlışlarını örtmek için insana sürekli, “Sen haklısın!” gibi şeyler fısıldıyor. İnsan bu fısıltıya kulak verdiğinde, iç mahkemenin kürsüsü vicdan hâkimliğini yapamaz, akıl delil sunamaz. Fakat nefis, sanık sandalyesine oturacağına hâkim koltuğuna geçiyor. Böylece insan, kendine açtığı davayı daha başlamadan kaybediyor.
Bu sebeple çoğu zaman neden öfkelendiğimizi bilmeyiz. Haksızlık yaptığımızda bile kendimizi haklı görürüz. Çünkü nefis; insanın gözünü buğulandırır, aynayı bulandırır. İçimizdeki bu pus, dışarıdaki bütün ilişkilerimize de yansır. İnsan kendini göremediği için başkalarını doğru okuyamaz. İşte bugün toplumdaki sertlik, kırgınlık ve tahammülsüzlüğün nedeni budur. İnsanlar içlerindeki sanığı hiç sorgulamadan dışarıdaki herkesi mahkûm ediyor. Oysa insanın ruhuna huzur veren şey, dışarıdaki galibiyet değil, içteki teslimiyettir. Nefsiyle hesaplaşabilen kişi, dışarıda hak ararken de daha adildir, daha sabırlıdır, daha insaflıdır. Çünkü biliriz ki en çetin düşmanımız dışarıda değil içimizdedir. İnsan başkalarıyla değil, kendi içindeki bu şaşırtıcı mekanizmayla mücadele ederken olgunlaşır.
İç mahkemede en önemli delil, insanın gizli niyetleridir. Dışarıya yansıyan davranış gerçek değildir. Gerçek olan davranışın arkasındaki niyettir. Nefsimize yenik düştüğümüzde, niyetimizi kendi egomuza göre süsler kötü bir amacı bile iyi göstermeye çalışırız. Böylece iç mahkeme, en keskin gerçeği bile tanıyamaz hâle gelir. Bu yüzden bazı insanlar hiç hata kabul etmez. Çünkü en başta nefis, “Ben doğruyum!” düşüncesini iç muhakemeye şartlandırmıştır. İnsan kendini böyle şartlayınca, bütün davalarda kendini savcı, başkalarını sanık yapar. Bu da ruhtaki adalet terazisini bozar. Terazi bir kez bozulunca, insan ne söylerse söylesin, iç dünyasında huzur oluşmaz.
İç mahkemeyi ayakta tutan en büyük güç vicdanın sesidir. Vicdan, insanın ruhunda hiç yalan söylemeyen tek tanıktır. Nefis onu susturmak istese bile, vicdan er ya da geç ortaya çıkar. Bir insan yanlış yaptığında içindeki sıkıntı, merhamet eksildiğinde hissettiği boşluk, öfkesinde yer alan o karanlık his… bunların hepsi vicdanın ‘özüne geri dön’ çağrısıdır. İnsan bu çağrıyı ne kadar ertelerse, içindeki dava dosyası o kadar kabarır. Aslında insanın en büyük özgürlüğü, dış dünyanın beklentilerinden kurtulmak değil, nefsinin etkisinden kurtulmaktır. Nefsine karşı adil olmayı başaran kişi, başkasına karşı da adil olur. Çünkü bir insan kendini aşarsa, dünyadaki bütün öfke ve ihtirasların üstüne çıkar.
Bu nedenle insanın asıl imtihanı başkalarıyla değil, kendi ruhuyla ilgilidir. Kimseye söylemediği zaaflarıyla, kimsenin görmediği niyetleriyle, kimsenin bilmediği kırılganlıklarıyla. Dışarıdaki her kavganın kökeninde, içerde tamamlanmamış bir muhakeme vardır. İnsan kendi kusurunu görmediği sürece, başkasının hatasını görmeyi hak zanneder. Bu yanılgı, ruhun en sessiz çöküşüdür. Sonunda insan şunu fark eder. Kendi nefsini yargılamayan, başkasını doğru yargılayamaz. Kendi içindeki mahkemeyi çalıştırmayan ise dışarıdaki hiçbir mahkemeden adalet bekleyemez.
Gerçek olgunluk, insanın kendine açtığı davada doğru hükme varabilmesidir. Çünkü insan kendine adil olduğunda, kalbi de, sözü de, bakışı da değişir. Ve hayatın her alanına bir netlik yerleşir. İçindeki sanığı mahkûm edemeyen, dışarıdaki âlemi asla düzeltemez...