Vicdanın Sessizliği ve Toplumsal Felç Hâli
Muhammed Sait ÇATALKAYA / msaitctlkya@gmail.com
Toplumları ayakta tutan en temel unsur, ne kanunların sertliği ne de otoritenin kudretiyle sağlanan düzenin görünür ihtişamıdır. Bir milletin gerçek varlığı, fertlerin kalplerinde taşıdıkları adalet, merhamet ve sorumluluk duygularıyla ölçülür. Bu duyguların fıtrî zemini olan vicdan, insanın iç dünyasına yerleştirilmiş ilahî bir terazidir. Doğru ile yanlışı, zulüm ile adaleti, iyilik ile kötülüğü dışsal bir denetimden önce hisseden bu ilahî pusula sustuğunda yalnızca bireyin değil, bütün bir cemiyetin manevi sinir sistemi felce uğrar. Çünkü zulüm karşısında tepkisizleşmek, kötülüğe alışmak ve haksızlık karşısında susmak, en az kötülüğün kendisi kadar yıkıcıdır. Kur’ân-ı Kerîm'de bu konu şöyle izah edilir: “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirene, sonra da ona fücurunu (günahını) ve takvâsını (sakınmasını) ilham edene!” (Şems, 91:7-8). Bu ayet, her insana doğruyla yanlışı ayırt edebilecek bir ölçünün yerleştirildiğini haber verir. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şu hadis-i şerifi de vicdanın bu fıtrî rehberliğini açıkça ortaya koyar: “Bir günah işlediğinde, içinde bir huzursuzluk hissediyorsan, işte o senin vicdanındır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/227). İnsan bu rahatsızlığı bastırdıkça kötülük önce yadırganmaktan çıkar, sonra kanıksanır, en sonunda da savunulur hâle gelir. İşte toplumsal felç böyle başlar.
Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, vicdanın toplumsal fonksiyonuna sık sık dikkat çekmiş ve zulüm karşısında sessizliği en ağır şekilde mahkûm etmiştir: “Zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.” (Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup). Zulüm karşısında sessizlik, zımnen ona rıza göstermek anlamına gelir ve bu rıza toplumun ruhunu felce uğratır. Vicdanlar bastırıldıkça hakikati savunmak yerine suskun kalmak normalleşir; adalet, merhamet ve hakkaniyet geri plana itilir. İnsanlar, kötülüğü meşrulaştıran suskunluğa alıştıkça haksızlık toplumun kanıksanmış bir gerçeği hâline gelir. Bediüzzaman Hazretleri bu hâli “hayat-ı içtimaiyenin zafiyeti” olarak nitelendirir ve sebebini şu sözlerle teşhis eder: “Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.” (Eski Said Dönemi Eserleri, Hutbe-i Şâmiye). Hodgâmlık, yani yalnızca kendi menfaatini gözeten anlayış; toplumun vicdani refleksini körelten en büyük zehirdir. Kendi çıkarını esas alan bireylerin çoğalması, toplumun ortak ahlaki pusulasını bozar; menfaatin sesi vicdanın sesinin önüne geçer.
Haksızlık karşısında suskun kalmayı alışkanlık hâline getiren toplumlarda bu suskunluğun altında çeşitli sebepler yatar. En başta menfaatperestlik gelir. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle: “Çünkü bu asırda en büyük tehlike, benlikten ve hodfüruşluktan ileri geldiğinden ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârane daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir.” (Emirdağ Lâhikası, 34. Mektup). Şahsî çıkarın her şeyin üstünde tutulduğu yerde vicdanın sesi kısılır. Bunun yanında sürü psikolojisi de vicdanın körelmesine sebep olur. İnsanlar, kalabalıkların doğrularını kendi vicdanlarının sesine tercih eder. Hakkı savunmak çoğu zaman kişiyi yalnızlaştırır; yalnız kalmamak için çoğunluğa uyma eğilimi baskın hâle gelir. Buna bir de korku eklenince vicdan tamamen devre dışı kalır. Hakkı haykırmak cesaret ister; oysa korkak toplumlarda cesaret değil, uyum ödüllendirilir. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şu ikazı, korkunun vicdan üzerindeki yıkıcı etkisini gözler önüne serer: “Hakkı söylemeyen dilsiz şeytandır.” (Ebû Dâvud, Melâhim, 17). İnsanlar korkuya teslim oldukça kötülükle mesafelerini kaybeder; zulmün karşısında tepkisiz kalmak, onunla dost olmak kadar tehlikeli hâle gelir.
Nitekim Kur’an-ı Kerîm bu hakikate şöyle işaret eder: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir topluluk, Allah’a ve Resûlüne karşı gelenlerle dostluk ettiğini göremezsin...” (Mücadele, 58:22). Risale-i Nur, bu toplumsal felç hâlinin tedavisini fert fert vicdanların ihyasında görür. Bediüzzaman Hazretleri'ne göre iman, insanın iç dünyasını aydınlatan en büyük nurdur: “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise insanın vazife-i asliyesi, iman ve duâdır...” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz). Vicdanın sönmesine sebep olan en büyük engel enaniyettir. Enaniyet, insanı hakikati değil, çıkarını savunmaya iter; böylece vicdanın sesi kısılır. Toplumsal ıslahın temelini oluşturan esas ise hakikî İslamiyet ve ihlâstır. Üstâd Hazretleri bu hususta şöyle der: “Evet, sırr-ı ihlas ile samimi tesanüd ve ittihat, hadsiz menfaate medar olduğu gibi; korkulara hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünkü ölüm gelse bir ruhu alır.” (Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a). Hakikî İslamiyet, ihlâs ve uhuvvet; hem ferdin vicdanını canlandırır hem de toplumun manevi sinir sistemini yeniden işler hâle getirir. Toplum, ancak fertlerin vicdanlarının birleşmesiyle oluşan bu şahs-ı manevî sayesinde zulme karşı direnç gösterebilir.
Bazen düşünüyorum, belki de en büyük felç hâli kurumlarda ya da sistemlerde değil, kendi iç dünyamızda kök salmış durumda. Her birimiz, vicdanımızın sesini bastırmak için türlü bahaneler buluyoruz. Her yanlışın karşısında önce kendi rahatımızı, kendi menfaatimizi düşünüyoruz. “Benim başıma iş açılmasın” düşüncesi, hakkı savunma irademizin önüne geçiyor. Suskunluğu sanki güvenli bir limanmış gibi görüyoruz; oysa farkında olmadan her sustuğumuzda kalbimizden bir parça kopuyor. Zamanla haksızlıklara alışıyor, gördüklerimizi sorgulamamayı öğreniyor, duyduklarımızı işitmez oluyoruz. En masum feryatlar bile kalabalığın gürültüsünde kayboluyor, biz ise vicdanımızın o ince sesini bile duyamaz hâle geliyoruz. Bütün bunların farkında olduğumuz hâlde harekete geçmeyi göze alamıyoruz. Belki korkuyoruz, belki ümitsiziz, belki de artık değiştiremeyeceğimize inanmışız. Ama unuttuğumuz bir şey var: Sessiz kaldıkça sadece zulmün cesaretini artırmıyoruz; aynı zamanda kendi içimizde küçülüyor, biraz daha silikleşiyoruz. Kendi vicdanına yabancılaşan bir insan kimseye hakikî anlamda faydalı olamaz. Suskunluk, bize huzur değil, ağır bir teslimiyet duygusu yüklüyor; yavaş yavaş içimizdeki direniş ateşini söndürüyor. İşte bu yüzden asıl mücadele başkalarıyla değil, önce kendi içimizle; korkularımızla, bahaneci tarafımızla ve körelmiş vicdanımızla verilmesi gereken bir mücadeledir. Bu fark ediliş gerçekleşmedikçe ne adalet kök salacak, ne merhamet yeniden hayat bulacak, ne de hakikatin sesi kalabalığın gürültüsünü aşabilecektir.
Vicdanın sustuğu toplumlarda kötülük sıradanlaşır. İnsanlar başkalarının acısına karşı kayıtsızlaşır; adalet güçlülerin tanımladığı bir kavrama dönüşür. Yolsuzluk, iftira, gıybet ve haksız kazanç normalleşir. Bu noktada Kur’an’ın şu ikazı akla gelir: “İçinizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun.” (Âl-i İmrân, 3:104). Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesi terk edildiğinde kötülük sadece yapanı değil, ona ses çıkarmayanı da içine çeker. Bediüzzaman Hazretleri'nin şu ikazı vicdanın önemini ortaya koyar: “...ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise aklın sönmemiş ise anlarsın!” (Mektubat, Yirmi İkinci Mektup). Vicdan öldüğünde toplumun manevi sinir sistemi felce uğrar. Felçli toplumlar, adaletin, merhametin ve hakikatin değil; korkunun, menfaatin ve suskunluğun hâkim olduğu toplumlara dönüşür. Hakkı savunmanın cesaret değil, vicdanî bir sorumluluk olduğunu idrak eden fertlerin yetişmesi, bu felç hâlinden kurtuluşun yegâne yoludur. Zulme rıza göstermeyen, haksızlık karşısında susmayan, vicdanını diri tutan fertlerin varlığı, bir toplumun manevi felçten kurtulup yeniden ayağa kalkmasının yegâne umududur.